21 Ekim 2007 Pazar

Asakir-i Mansure-i Muhammediye

Asakir-i Mansure-i Muhammediye
Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması üzerine, Sultan II. Mahmut'un emriyle kuruldu. Yeni eğitim kurallarıyla yetiştirilen, askerlik kurumuna verilen addır.
Bu yapının başına ilk olarak "Serasker" unvanıyla eski Yeniçeri ağalarından Ağa Hüseyin Paşa getirildi.Asakir-i Mansure-i Muhammediye Tertip adı verilen sekizer birlikten meydana gelir. Her tertibin başında "binbaşı" adında bir komutan bulunurdu.
Bu binbaşılar "baş binbaşı" ya bağlıydı. Her tertip on altı "saf" tı. Her saf bir yüzbaşının komutasındaydı. Her yüzbaşının ikişer "mülazim" yardımcısı vardı. Her tertipte bir top bulunurdu.Toplara "topçubaşı" denilen bir subay komuta ederdi.
On altı saftan oluşan tertiplerin sekizi sağ ve sekizi sol olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Bunlara "sağ kolağaları" ve "sol kolağaları" atanmıştı. İki yıl sonra bu örgüt yeniden düzenlenerek "tertip" lere "alay" ve komutanlarına "miralay" dedindi. "Saf" deyimi "bölük" olarak değiştirildi. Her alay binbaşı komutasındaki üç taburdan meydana getirilmişti.
Sol ve sağ kolağası adını alan iki subay, bir katip, bir sancaktar, her bölüğe "yüzbaşı" ve "mülazim"lerden ayrı olarak bir "başçavuş" ve bir "bölük emini" atanmıştır. Her alayda "miralay" yardımcısı bir "kaymakam" bulunurdu.
İki alay bir "mirliva" nın ve üç alay bir "ferik" in komutası altındaydı. Miralayın üstü subaylara "paşa" denirdi. Asakir-i Mansure-i Muhammediye'nin en büyük komutanı "müşir" di.

Kardeş Katli

Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş döneminde yasal olarak erkek kuşak her daim mirasın hak sahibiydi. Kabilenin en yaşlısı ise iktidarın en güçlü adayıydı.
Osman Bey ise buna uymayarak babasının yerine geçebilmek için amcası Dündar'ı öldürtüp tahtın miras adayı olma şansını arttırdı. Böylece Osmanlı tarihi boyunca mirasçılar arasında yaşanacak olan ve imparatorluğu dağılma aşamasına getirecek taht kavgaları başlamış oldu.
Bu durum aslında, padişah öldükten sonra tahta geçecek kişinin kim olacağını belirleyecek kuralların olmamasından, belli bir mirasçılık ilkesinin oluşmamasından kaynaklanıyordu. Hanedanda meydana gelen bu karışıklıklar, imparatorluğun varlığını tehdit eden düşmanlardan bile daha tehlikeliydi.
Yaşanan mücadele öylesine ciddi boyutlardaydı ki tahta geçen yerini sağlamlaştırmak, diğer erkek kardeşlerinin tehlikesinden kendini korumak için onları öldürtebiliyordu. Tahta çıkanın, hakimiyetini korumak amacıyla gerçekleştirdiği bu ölümler zamanla gelenek haline geldi. Bu uygulama ile padişah iktidarını sağlama alıyordu. Taht kavgalarını önleyerek ülkenin iç çatışmalardan kurtulmasını sağlamak amacıyla alınan bu önlem, Osmanlı'da bitip tükenmez bir rekabetin habercisi oldu.

Şeyh Bedreddin


Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Mahmud :
15. yüzyıl düşünürü ve eylem adamı. Edirne civarındaki Simavna'da 1365'da doğan Şeyh Bedrettin, Bursa, Konya, Kahire gibi devrin en büyük ilim ve kültür merkezlerinde eğitim gördü. Mısır’da Muhammed Bin Ekmeleddin, sonradan ünlü bir tıp bilgini olan Hacı Paşa, ozan Ahmedi, Şemsettin Fenari gibi islam düşüncesinin o çağda önemli aydınları arasında yer alıp ilk tasavvuf eğitimini alır. Şeyh Hüseyin Ahlati de bu bilginlerden birisidir. Şeyh Ahlati Alevidir. Şeyh Bedreddin ise, aldığı eğitim çerçevesinde sünnidir. Ancak aradan geçen zaman Şeyh Bedreddin’i Alevi anlayışa doğru sürüklemiştir. Şeyh Hüseyin Ahlati öldükten sonra onun yerine geçer. Bu görevi fazla uzun sürmez. Şam, Halep, Karaman, Konya, Aydın, Tire ve İzmir’e uğrar ve 1406 yılında Edirne’ye gelir.
Bu zamanlar Osmanlı’nın taht kavgaları yaşanmaktadır. Musa Çelebi bu kavgadan “galip” çıkarak Edirne’yi ele geçirir. Şeyh Bedreddin kazaskerdir artık. 1413 yılında bu görevi son bulur. Musa Çelebi’nin kardeşi Çelebi Mehmet tahtı ele geçirir ve Şeyh Bedreddin’i İznik’e sürgüne gönderir. Şeyh Bedreddin burada örgütlenme faaliyetlerini artırır. İnsanlar daha önce de söylediğimiz gibi, taht kavgalarından dolayı huzursuzdur. Bu huzursuzluğunun yanında Osmanlının baskıları da eklenince bıkkınlık artar.
Şeyh Bedrettin; Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa gibi yakın arkadaşlarıyla birlikte İznik'te kurdukları, bir tarikatla, Anadolu ve Rumeli'de fikirlerini yaymaya başladılar.
Bu görüşler Anadolu’ya yayılır. Bunda en önemli rol de Şeyh Bedreddin’in müritlerinden özellikle Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’dir. Anadolu’nun değişik kentlerinde örgütlenme çalışmaları yapan bu insanlar Şeyh Bedreddin’e oldukça insan kazandırmıştır. Börklüce Mustafa Aydın’da, Torlak Kemal ise, Manisa’da Osmanlı ordusuna karşı direnişler gerçekleştirmektedir.
Bu direnişler Osmanlı tahtı için tehlikeli görülür. Çelebi Mehmet direnişi bastırmak için askeri gücünü seferber eder. Karaburun’da Börklüce Mustafa işkence edilerek öldürülür. Bu direnişlerde Osmanlı ordusu kayıplar vermektedir. Fakat, direniş bastırılır. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal işkencelerden geçirilir. Bu işkencelere karşı kahramanca direnilir, teslim olunmaz. Bu yenilgiden sonra Şeyh Bedreddin, Rumeli’de önce Eflak, oradan da kendisini sevenlerin çok olduğu Deliorman’a gider. Burada Osmanlı Ordusuna esir düşer ve Serez Çarşısı’nda, 1420’de idam edilir.
Şeyh Bedreddin’in müritlerinden Börklüce Mustafa, bazı kaynaklara göre, Sakız Adası yörelerinde Hıristiyanlar ve keşişlerle ilişki kurup, onlara Şeyhin görüşlerini açıklamış, böylece belki de o güne kadar dini farklılıkların üstünü örttüğü “hak edilmiş bir ortak yaşantı” kurmak amacıyla ortak davranma yollarını araştırmıştı.
Bedreddin'in ve yoldaşlarının Fetret devrinde Osmanlı'ya karşı giriştiği ayaklanma Türkiye'de toplumsal sosyalist hareketin beslendiği kültürel damarlardan birisidir Orhan Asena 'nın bir tiyatro oyununa, Radi Fis 'in ve Erol Tay' un birer romanına ve Nazim Hikmet 'in bir şiirine konu olmuştur bu ayaklanma.
Felsefesi
Bedreddin sevgiyi, insanın bütün kötülüklerden kurtulması, yücelmesi ve Tanrı katına yükselmesi olarak anlar. Eşitlik ve kardeşlik düşüncesini hep ön planda tutar. Bu anlamıyla döneminin komünar önderlerindendir. Bu önderlik Anadolu topraklarında bir kesişme noktası olmuştur.
Şeyh Bedrettin, 1200'lü yıllar Anadolu'sunda geliştirilen felsefe sistemini, 1400'lü yılların ilk çeyreğinde bir devrim meşalesine dönüştürerek taşımaya çalışmıştır. Doğa ve insan olanaklarının gerçek kapsamları ve gerçek boyutları içinde değerlendirilmesi gerektiğini savunmuştur. Onun savunduğu düşüncenin özünü ifade eden "ünlü söylemi" şudur:
"İlahi irade dahi, bir nesnenin (ancak) yeteneğinde olanı Allah'ın dilemesi demektir; yoksa, o nesnenin yeteneğinde olmayanı, Allah'ın istemeye yetkisi yoktur".

Bedrettin, hemen her şeyin insanlar arasında ortak, paylaşabilir ve mubah olmasını bir eşitlik ilkesi olarak görmüştür. Osmanlı toprağında yaşayan halklar arasında, din farkının kaldırılmasını ve Müslüman olmayanların da ülke topraklarından yararlanması gerektiğini ileri sürmüştür. Bu çerçevede "bir toprak reformu ve buna koşut olarak dinsel bir reform" yapılmasını savunmuştur. Bedrettin her ne kadar dini bilimler okumuş olsa da, kendisi daha çok toplumun ekonomik ve sosyal yönüyle ilgilenmiştir. Öbür dünya yerine bu dünyaya yönelmiştir. Her şeyin insanda bulunduğunu, doğa ile insanın bütünlüğünü vurgularken, emeğin doğayla ilişkilerini açıklamaya çalışmıştır. Bu nedenle üretim-tüketim sorunlarıyla da yakından ilgilenmiştir. “Tanrı malı, Padişah malı” düşüncesine de karşı çıkmıştır. “yarin yanağından gayrı her şey ortak” tezini geliştirmiştir. Böylece Şeyh Bedrettin’de, üretim araçlarının mülkiyeti açısından, çok ciddi bir sosyalist düşünce anlayışının filizlenmiş olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bedreddin’e göre, dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. Bedreddin bu bağlamda derki “Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır.”
O, bilginin önemi açısından bilgisiz kişilerde sezginin de olmayacağını öne sürer. Yanılmanın esasen bilgisizlikten kaynaklandığını, oysa bilgi ve akıl ile yanlışa düşmenin mümkün olamayacağını söyler.
Bedrettin, varlık birliği denilen “Vahdet-i vücut”ta insanın tanrıyla birliği düşüncesine inanır. Bunun dışında Tanrı’nın kavranmasının güçlüğünü anlatır.
Ona göre insan, özellikleri bakımından Tanrıdan bir parçadır. İnsanların yaradılışında tanrı bir yönüyle kendisini örneklemiştir. İnsanların tanrının güzelliklerini, iyiliklerini taşımaları gayet doğaldır, ve bunda hiç bir sakınca aranmamalıdır. İnsan yaradılışında, diğer varlıklardan üstün tutulmuştur. Bu nedenle insanoğlu düşünce gücü ve yetenekleri bakımından Tanrı’nın kendisine aktardığı üstün niteliklerin değerini bilmelidir, ona göre davranmalıdır.
Bedrettin akıl konusunda başka bir yaklaşım getirerek, aklın tanrıyı kavrayamayacağını ileri sürer. “Tanrı’nın kavranması aklın sınırlarını aşar. İnsanın akıl gücü Tanrının büyüklüğünü, kudretini kavramak için yeterli değildir. “
“Tanrı’nın varlığı tüm evreni tamamlar. Evrenin varlığı yine Tanrı ile varoluşundandır. İbadetin koşulu ve kuralı yoktur. Tanrı her türlü ibadeti kabul eder.”

Serdengeçtiler


Dalkılıç (Serdengeçti) Osmanlı Devleti'nde muhasara edilen kaleye girmek veya düşman ordusu içine dalmak için fedaî yazılan asker.Bunlara “serdengeçti” de denirdi. Bunlar toplu halde düşman ordusunun sağ, sol veya arkasından hücum ederlerdi. Ölümü hiç düşünmeyen bu yiğitlerin hücumları, pek dehşetli olur ve ekseriya daldıkları ordunun moralini bozar, içlerine korku salarlardı. Napolyon, birkaç yüz dalkılıç meydana çıktığında bunların önünde durmanın güç, mağlup olmamanın ise imkânsız olduğunu beyan eder. Kuşatması uzayan kalelere, serdengeçtiler, gece merdiven kurarak yalın kılıç içeri girerler. Bütün kale efradına karşı gözlerini kırpmadan kılıç sallarlardı. Bunlar için şehitlik, adeta mukadderdi. Az da olsa sağ kalanlar olurdu. Bunlar gerek kumandanları, gerekse arkadaşları tarafından çok iltifat görürlerdi. Din ve devlet için başlarını vermekten çekinmeyen bu yiğitlerin sağ kalanlarına mükâfatlar verilir, “serdengeçti ağası” tabiriyle hürmet gösterilirdi. Yeniçerilerin bozulmasıyla serdengeçtiler de eski ehemmiyetini kaybettiler, ocak kaldırılınca, “dalkılıç” “serdengeçti” de kendiliğinden kalkmış oldu.